İğne Olmak Tarihe mi Karışıyor?
Daha önce çevrenizde bilinmeyen adıyla tripanofobi, bilinen adıyla iğne fobisi olan birine rastladınız mı? Muhtemelen ya bu konuda oldukça sıkıntı çekmiş birini tanıyorsunuz ya da en başta benim diyorsunuz. Tripanofobisi olan kişiler genellikle hastalığın teşhisi için gerekli olan kan testlerinden, antikor üretmek için vurulan aşılardan kaçınanlardır. Bu durum aslında çoğu insanda az da olsa görülür. Enjeksiyon yerinde oluşan şişmeler veya morarmalar, damarlarımızın patlaması gibi hoş olmayan durumlar çoğumuzda iğneye karşı kötü izlenim bırakmıştır.
Çoğu zaman doktorlar hastalığın biyobelirteçlerini kontrol etmek için birden çok kan örneği kullanmak zorundadır. Örneğin Sars-CoV-2 gibi viral veya bakteriyel bir enfeksiyonu işaret eden antikorlar veya romatoid artrit ve sepsis gibi durumlarda görülen imflamasyonu gösteren sitokinler. Bu belirteçler kanla birlikte hücrelerini çevreleyen yoğun sıvı ortamında da bulunabilirler; fakat düşük miktarda bulundukları için tek bir test yapılarak tespit edilmeleri oldukça zordur.
St. Louis Washington Üniversitesi McKelvey Mühendislik Okulu’ndaki mühendisler, cilde uygulanabilen, gerekli olan biyobelirteci yakalayan ve benzeri görülmemiş hassasiyeti sayesinde, klinisyenlerin ilgili olan kısmı tespit etmesine izin veren bir mikroiğne yaması geliştirdiler. Ortaya çıkan bu yöntem aslında kan testine benzer bir biçimde. Ancak mikroiğneler, kandaki biyobelirteci bulmak ve ölçmek için bir çözelti kullanmak yerine, onu doğrudan derideki hücrelerimizi çevreleyen ve dermal interstisyel sıvı (ISF) adı verilen sıvıdan tespit ediyorlar . Belirteçlerin yapısını ve miktarlarını ise florans kullanarak tanımlama yeteneğini sahiptirler.
Bu yamalarda tıp, hasta bakımı ve araştırmalar üzerinde önemli bir etki yaratabilecek birçok özellik mevcut. Ayrıca bu yöntem insanlara birçok avantaj sunmaktadır. Düzenli izlenmesi gereken kronik rahatsızlıklara sahip kişilerin, sürekli hastaneye gitme gereksinimini ortadan kaldırarak, hem zamanından tasarruf hem de hastanede karşılaşılabilecek enfeksiyondan korunmasını sağlayabilir. Yapılan çalışmalarda mikroiğne yamalarının 400 mikron derinliğe inebildikleri gözlenmiştir. Yamaların bu özelliği sayesinde oldukça ağrısız, duyusal sinirlere neredeyse dokunmayan rahat ve hızlı olmasını sağlayan teşhis ve tedavi süreci geçirebiliriz. Acil vaka durumlarında hastaneye gitmeden, belirli özelliklerle sınıflandırılmış bu mikroiğne yamalarla hızlı tanı koyabilme fırsatımız olabilir, hem hastanın hayatta kalabilme ihtimalini arttırabilir hem de hastanede çalışan görevli insanların iş gücünü azaltabiliriz.
Bu kadar kolaylaştırıcılığının yanında uygulamaya geçilmesi için bazı mevcut engellerle karşılaşılmaktadır. ISF, nörotransmiterlerden hücresel atıklara kadar tümüyle yoğun bir şekilde paketlenmiş zengin bir biyomolekül kaynağıdır. Bununla birlikte, ISF ‘deki biyobelirteçleri analiz etmek için kullanılan geleneksel yöntem, genellikle ISF’nin ciltten ekstraksiyonunu gerektirir. Bu yöntem zordur ve genellikle elde edilebilecek ISF miktarı analiz için yeterli değildir . Başka bir engel ise , biyobelirtecin içinde bulundu ISF ‘de doğrudan mikroiğne yamalarını tespit edebilmesi gerektiğidir. Tıpkı iğne atsan yere düşmez deyimiyle anlatılmak istenen bir ortamda, biyobelirtecin dinamik ve karışık bir ISF’ nin içinde cilt dokusundaki mikroiğneyi tanıması ve ona ulaşması gerekmektedir. Bu koşullar altında geleneksel testi kullanarak sonucu görmek için gerekli olan biyobelirteci yakalayabilmek oldukça zordur.
Karşılaşılan bu zorluklar , mikro iğne tabanlı biyoalgılama teknolojisi geliştirmenin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. Ancak bu engelleri bazılarını ortadan kaldırabilecek bir yöntem şu an var gibi görülüyor. “plazmonik florlar”, ultra parlak bir floresan nanolabel. Geleneksel floresan etiketlerle karşılaştırıldığında; plazmonik flor kullanılarak mikroiğneli yama üzerinde bir test yapıldığında, biyobelirteçler düşük konsantrasyonlarda olmalarına rağmen tespit edilebildi. Ayrıca hedef protein biyobelirteçlerinin sinyali, geleneksel florans etiketlerinin sinyalinden yaklaşık olarak 1.400 kat daha parlaktı.
Şu an bazı sorunların ortadan kalktığı görülsede, teşhis yöntemi ve kullanımı için onaylanmadan önce kapsamlı klinik araştırmalar gerekmektedir. Dahası, interstisyel sıvıda çeşitli biyobelirteçlerin seviyeleri hala belirsizdir. Bu nedenle, araştırmacıların klinik kullanım için uygulamadan önce bu biyobelirteçlerin normal ve anormal seviyelerini belirlemeleri gerekecektir. Bu yüzden gelecek için güzel bir umut vaat eden bu yöntemin, şu anlık kullanımı için daha zamanı var gibi görünmektedir.